Geçenlerde bir kafede otururken etrafımdaki insanları gözlemledim. Köşedeki masada bir kadın, kahvesinden bir yudum alıp kitabına gömülmüş, tamamen kendi dünyasında ve oldukça huzurlu görünüyordu. Biraz ötede, arkadaşlarıyla sohbet eden kalabalık bir grubun ortasında oturan bir genç adam ise dalgın ve uzak bakışlarıyla dikkatimi çekti. Etrafı ses ve insanla dolu olmasına rağmen, sanki orada değil gibiydi.
Bu basit gözlem, aklıma bir soruyu getirdi: Tek başına olmakla yalnız hissetmek gerçekten aynı şey mi? Genellikle birbiri yerine kullandığımız bu iki kavram aslında bambaşka deneyimleri ifade ediyor. "Tek başına olmak" (objektif sosyal izolasyon), kişinin fiziksel olarak kimseyle birlikte olmaması durumudur. "Yalnızlık" (sübjektif yalnızlık) ise bundan çok farklı olarak, kişinin sosyal ilişkilerinde arzu ettiği bağları kuramadığını hissettiği içsel bir eksiklik duygusudur.
Bu ayrımı bilimsel olarak inceleyen bir çalışma, konuya ilginç bir ışık tutuyor. Araştırmacılar, katılımcıların gün içinde ne kadar süre yalnız kaldıklarını, üzerlerinde taşıdıkları ses kayıt cihazları (EAR) ile objektif bir şekilde ölçmüşler. Daha sonra bu verileri, katılımcıların kendilerini ne kadar yalnız hissettiklerine dair anket cevaplarıyla karşılaştırmışlar. Araştırmanın belki de en çarpıcı sonucu, yalnız geçirilen zaman ile yalnızlık hissi arasında oldukça zayıf bir ilişki olduğunun gözlemlenmesiydi. Başka bir deyişle, bir kişinin gün içinde ne kadar süre tek başına kaldığı, kendini ne kadar yalnız hissedeceğini tam olarak belirlemiyor. Ancak araştırmada iki önemli detay dikkat çekiyor. Yalnızlık hissi, günlerinin çok büyük bir bölümünü (%75'ten fazlasını) tek başına geçirenlerde belirgin bir şekilde artarken, şaşırtıcı bir şekilde, gün içinde neredeyse hiç yalnız kalmayan, yani sürekli başkalarıyla çevrili olan kişilerde de hafifçe yükselme eğilimi gösteriyor. Ayrıca, yalnız kalma durumu ile yalnızlık hissi arasındaki bu bağın özellikle ileri yaştaki bireylerde daha güçlü olduğu görülüyor.
Bu bulgular, dışarıdan nasıl göründüğümüzle içeride ne hissettiğimizin her zaman örtüşmeyebileceğini bir kez daha hatırlatıyor. Bazen en kalabalık anlarımızda, sürekli insanlarla çevriliyken bile kendimizi yapayalnız hissedebilirken, bazen de bilinçli bir tercihle geçirdiğimiz tek başınalık doyurucu ve yenileyici olabilir. Anlaşılan o ki, hem aşırı sosyal izolasyon hem de anlamlı bir yalnız kalma anından mahrum kalmak, içsel bir boşluk hissine yol açabiliyor. Önemli olan, geçirdiğimiz zamanın niceliğinden çok, kurduğumuz ilişkilerin niteliği ve bu ilişkilerin bize ne hissettirdiği.
Yalnızlık ve tek başınalık üzerine daha derin bir sohbete katılmak isterseniz, Spotify'daki yeni bölümümüzü dinleyebilirsiniz.
--------------------------------------------------------------------------------
KAYNAK Makale Başlığı: Loneliness and Time Alone in Everyday Life: A Descriptive-Exploratory Study of Subjective and Objective Social Isolation
Yazarlar: Alexander F. Danvers, Liliane D. Efinger, Matthias R. Mehl, Peter J. Helm, Charles L. Raison, Angelina J. Polsinelli, Suzanne A. Moseley, David A. Sbarra

Bazen yayında insanlar varken de yalnız hisseder insan kendini. Sebebi de düşüncelerini paylaşan kimse olmamasıdır. Ama gerçekten etrafında kimse olmaması da insanın sabredeceği şeylerden değildir.
YanıtlaSilDoğru söylüyorsunuz, ikisi de hayatımızda mevcut. Peki o zaman ben size müsadenizle bir soru soruyorum: Ne yapmalı? İnsan nasıl yaşamalı ki, dengede kalabilsin? Hem çevresinde insanlar olmasına rağmen yalnız hissetmesin, hem de sosyal izolasyona düşmesin?
SilBen bunu çok yaşıyorum malesef.
SilToplum içinde olsam da çok kafa dengim olmadığından evde yalnız kaldığım zamanlar daha huzurluyum. Zaruri haller dışında pek sosyal olmuyorum.
Bence sadece siz değil hepimiz yaşıyoruz bu duyguyu. Aslında Spotify/Blog içeriklerini oluştururken, hepimizin sık karşılaştığı, yaşadığı konuları özellikle seçiyorum. Böylece yaşadığımızı, içimizdeki sistemi daha iyi anlayabileyim. İçerik hazırlarken ben de öğreniyorum :))
Sil